27 Kasım 2009 Cuma

Kurban Bayramı

Bayram sabahı saat 07:00'de kalktım. Üstüme bir hırka alıp oturdum öyle. Midem kazınıyordu bir parça muz attım ağzıma sonra gidip birde mandalina yedim. Uzaktan bir möööööö sesi geldi. Bu bayram böyle bir bayram işte.

Benim evim öyle site içinde filan değil. Eski mahallelerden birinde.
Hani kapısında yaz aylarında, kız çocuklarının yerlere kilim serip evcilik oynadığı, oğlan çocuklarının sokak arasında top koşturduğu sokaklardan. Dolayısıyla kurbanlar halen sokak arkasında, evlerin araba otoparkı olarak kullandığı, yada varsa bir parça bahçe payı olarak kullandıkları yerde kesiliyor. İster istemez tanık oluyorsunuz ve çocuklar heyecanla başlarında bekliyor. Bu çocukların alınlarına, parmakla kurban kanı sürülür ve sonra şeker toplama harçlık kapma telaşına düşerler. Pek travma yaşadıklarını söyleyemem doğrusu. Açıkçası bende böyle büyüdüm. Kurban hep evin bahçesinde kesilirdi. Önce bir kuyu açılırdı ki, hayvanın kanı sokağa akmasın. Tam kesim anını seyretmek gibi bir saplantımız olmazdı ve zaten bize izletilmezdi.Biz genelde bir anatomi dersi izler gibi hayvan parçalanırken gelir, halen atan kasları incelerdik. Ama o dili dışarıda biraz uzakta bekleyen kafa profili beni boğardı. Evde kavurma ve et karmaşası çocukken dert olmasa da, evin yetişkin kızıysan tam bir beladır. O etler pay edilir kalanlar kavurmaya. Çok varsa derin donducuya konurdu. İşkembe konusuna hiç girmiyorum.
Yani bizim zamanımızda böyleydi diye böyle gitmek zorunda değil.

Ben öyle pek duygusal değilimdir açıkçası. Ayyy şuna baak, ne şeker diğ miiii??? diye çırpınanlardan olmadım ama dün akşam hayvan pazarından kurbanlıkları gösterdiklerinde üzülmeden edemedim. Çok tatlı bakıyorlardı.

Bugün Kurban Bayramı, İslam inancına mensup insanlar için inanışlarının bir gereği olarak kurban kesmeleri gerekir. Bu tartışılacak bir konu değil. Konu bunun belli merkezlerde yapılıp, sokakları kırmızıya boyamama konusu. İnsanlar halen babadan öğrendiğini uyguluyor ve yeni bir fikre bu kadar kapalı ve sığ görüşlü olabiliyor işte. Şimdi balkona çıkıp amca o hayvanı bu şekilde kesmen doğru değil desem. "Kadın başınla ne diyon sen? gir la içeri" diye çemkirecek.
Kafaların alması için bir iki kuşak daha geçmesi şart galiba.

Neyse, hepinize iyi bayramlar. Fazla yemeyin dikkat edin :)

25 Kasım 2009 Çarşamba

Kadifeden Kesesi :)

24 Kasım 2009 Salı

Gerginim, Gerginsin, Gergin!

Cumartesi sabahı, ellerim titriyor soğuk soğuk terliyorum. Sabahın köründe kalktım salonda geziniyorum. Biraz kitap okudum, gittim bir duş aldım sonra çaydanlığı ocağın üstüne oturttum. Birazdan doktora gidicem ben ne halt edicem şimdi diye söylenip durdum.
Konuşmaların ortak noktası tek bir konuya endekslendi. Var mı?, yok mu?. Evde yapılan teste bel bağlanır mı?

Her şey çok sinir bozucu geliyor. Nasıl gerginim. İnsan kendini bu hale nasıl sokabilir? Saat 11:15 evden çıkıp arabaya biniyorum tırnaklarım mos mor üşüyorum. Nihayet doktorun odası ve o koltuğa yatış. Orada mı? sorularım cevapsız. Daha çok erken diyor doktor. Sanki bir yanım hamilelik yok dese diye gözüne bakıyor ama o hiç oralı değil. Bir hamilelik hazırlığı olduğu belli diyor ama henüz çok erken kese oluşmamış. Kan testi yapalım emin olalım diyor. Kalıyorum öyle masada.
Allah'ım şimdi ne olacak?
Çok sinirliyim elimde değil sanki oraya doğurmaya gitmişimde ortada bebek yokmuş gibi bir hava var bende. Ne olmasını bekliyorum ki? Kan alıyorlar ve kös kös çıkıp gidiyoruz. Sonra Memo arayıp öğreniyor evet hamilesin çarşamba günü tekrar gidicekmişiz o zaman görecekmişiz malum keseyi diyor.
İçimden dalga geçiyorum daha bir kesesi bile yok haytanın.

Bütün gün,daha çalışmam gereken konular vardı aslında hiç bir halt bilmiyorum ve benden anne olur mu? ulen! şeklindeki duygu dalgalanmalarıyla savrulup duruyorum. Hiç bir hamilelik belirtimin olmaması da, beni içinde bulunduğum duruma hepten yabancılaştırıyor.

Yarın doktor randevum var. Keseli yavrumun kesesini görebilecekmiyim bakalım.

19 Kasım 2009 Perşembe

His



İçimde bugün güzel bir şeyler olacakmış gibi bir his var.

Birşey olacak biliyorum.

17 Kasım 2009 Salı

Dertler Derya


Özel sağlık sigortamı bu ay yenilemem gerek ama kafam çok karışık. Yani aile planlaması kısmını artırmalı mıyım bilemiyorum. Ortada hamilelik gibi bir durumum yok ve aile planlaması kısmına boşuna yatırım yapıyormuş gibi hissediyorum. Şu an aile planlaması için öngörülen 1,500 TL lik pakete sahibim bu ay yenilediğimde bu kısmı artırmak istersem diye alternatifler göndermiş sigortacım ama bilemiyorum.
Evet hamile kalmaya çabalıyorum ve zaten sinirim gerçekten bu konuda tepemde. Birde sigortanın yenilenme tarihi geldi hepten kafam karıştı.

Duyan yıllardır çabalıyorum sanacak ama bu üçüncü ay ve ufukta kara görünmüyor hala. Kendime koyduğum limit altı ay. Sonrasında kalkıp doktora çocuğumuz olmuyor bizim demeye hazırlanıyorum. Bebeğin keyfini bekleyemem ki. İşim gücüm planım programım var benim canım. Geliyorsan gel. Seni sevicez, güzel bakıp büyütücez dedim daha ne söyliyim. Gel işte ne var sanki.
Elalemin çocukları çoktan doğdu kreşe başladı, sen halen düşünüyorsun. Ana rahmine düşsem mi?, düşmesem mi? yoksa biraz daha krize soksam mı şunları?

Bak tepemin tası atıyor demedi deme! Aleyhine çalışıyorsun benden söylemesi. Şimdiden odadan çıkmama cezası alıyorsun ona göre. Biraz daha zorlarsan Tv de yasak. O çikolatada yemekten sonra yenecek işte o kadar!

16 Kasım 2009 Pazartesi

Hafta sonu benim için, havada patlayan havai fişekler gibi olmuştur. Kısa ama güzel.

Bu sabah hava çok kapalı. Tam bir kış sabahı sanki. Üstüme uzun hırkamı aldım, ayağıma o lastiksiz rahat çorapları giydim, aldım fincanımı elime balkon camından uzun uzun baktım. Birazdan evden çıkmam gerek. İş güç ve pazartesinin ekstra getirdiği o boğucu havayla yüzleşmem gerek.

Şu an, yorganın altına geri dönüp saklanmak istiyorum. Pazartesi beni bulamasa keşke. Salı olana kadar yorganın altında kalsam ve sonra sevimli bir salı sabahına gözlerimi açsam çok şahane olurdu.

Ama benden beter durumda olanlar var. Misal ilkokul öğrencileri. Sabah mahmurluğu içinde o ulvi göreve hazırlanma telaşı. Karında bir ağrı ve süt içmiycem isyanları. Hastayım galiba mızırdanmaları eşliğinde kapı dışarı edilip, kös kös okul yoluna düşülmesi ne trajiktir. Ondan daha trajik durumda olanlarsa, kreşe bırakılan okul öncesi garibanlardır. Kreş ve anaokulu sorunsalı.

En çok onlara üzülüyorum. Evin ve yatağın sıcaklığından çekilip, aynı kaderi paylaşan diğer kürek mahkumlarıyla bir binada aktive içine girme mecburiyetleri yok mu? Böyle düşününce, kendi durumum cennette rahat bir köşe gibi kalıyor.

İçim dışarısı kadar kapalı işte. Bir anaokulu çocuğu gibi mahsun ve aksiyim şimdi.

Neyse, pazartesiye başlamam gerek.

13 Kasım 2009 Cuma

İstiyorum

Bunu,



Bunuuuuuu,



ve en çokta bunu almayı çok istiyorum :D

Randevu

Günün olayı, Nihan'ı görünce şap diye öpmemdi. Kadıncağız geride çekilemedi. Acayip kündeye getiririm. Domuz gribi kaç yazar.
Pardon düşünemedim :)

Sabah kahvesine eşlik ettiğiniz için tekrar teşekkürler. Umarım hayal kırıklığı yaratmamışımdır. Vardır çünkü böyle bir his. Bu genelde okuduğunuz kitabın filme çekilmesinde yaşanan hayal kırıklığı gibi bir şey veya severek dinlediğiniz radyocunun hayalinizdeki yüze oturmaması gibi bir durumdur işte.
Anladınız siz onu.

* İşte şimdi megalomanlığın ötesine geçtim tam oldu.
Yazar?, film? senaryo?, radyocu?, BEN?
Gafil uykusu diye buna denir. Cahil cesareti mi demek gerek acaba?

Çok zevzeğim bugün kusura bakmayın.

12 Kasım 2009 Perşembe

Rüya


Bu gece kötü bir rüya gördüm. Çok kötü hemde.
Rüyamın tek güzel kısmı, başında kırmızı kiraz motifleri olan şapkasıyla yanımda duran, bir yaşındaki kız çocuğuydu. Benim olan bir çocuk. Ne kadar iç ısıtıcıydı.
Saçları sarı yanakları tatlı bir kırmızıydı. Kırmızı bir külotlu çorabı vardı...

Rüyada kırmızı görmek pek hayra sayılmaz zaten ve rüyanın asıl konusu hiç hayırlı değildi. Ağladım çokca :(

Uyanınca kendime gelemedim bir süre. Boğazıma bir yumru oturmuş gibiydi. Memo'ya sarıldım "Sakın ölme!" diye fısıldadım kulağına. Sonra kalkıp kahve suyu koydum.
Aklımda kırmızı çorabı ve kafasında kiraz motifleri olan şapkasıyla bana gülümseyen kızımı düşündüm.

Bugün uzun bir gün olacak belli!

10 Kasım 2009 Salı

Bir Öğlen Vakti

Ne kadar mutluyum anlatamam. Bugün de öğle yemeğimi evden getirdiğim sebze yemeğini yiyerek geçirdim. Sonrasında doğruca dışarı attım kendimi. Tek derdim vardı aklımdaki kitabı almak. Ama aksi gibi kitabın tam adını hatırlayamıyordum üstelik yazarın adınıda unutmuştum. Kitapçıya varana kadar düşündüm durdum. Kitap Kasım ayında çıkacaktı belki de daha yayınlanmamıştı. İçeri girince yeni çıkan kitapların olduğu rafa baktım. Yukarıdan aşağı doğru inerken birden karşıma Murakami çıktı.



Neredeyse ufak bir çığlık atıp yanımdaki ilk kişiyi kucaklayacaktım ki, kendimi tuttum. Ne güzel bir gündü bugün böyle. Çünkü bugün salıydı. Salı çok başkadır çok. Aklımda olan kitap yoktu ama beni mutluluktan delirten Murakami oradaydı. Rafta kitabın durduğu yerde, ulvi bir ışık hüzmesi vardı. Resmen kitap nur saçıyordu yani. Çok mesut bir biçimde ve Tanrı'ya " Beni seviyorsun, itiraf et." baskıları yaparak işe döndüm.
Dayanamayıp ilk 40 sayfayı çabucak okudum.

Bir kez daha Murakami'nin müridi olduğumu anlayıp, hiç istemeyerek kitabı kapatıp işimin başına döndüm.

10 KASIM



Rahat uyu ATAM

9 Kasım 2009 Pazartesi

Yeni Keşifler

Bu öğlen yemek için oyalanmadım çünkü evden pırasa getirmiştim. İki dakikada yedim ve çantamı koluma takıp iş yerinden Dilek'le Nişantaşı'na doğru yürüyüşe başladım.
Öncelikle ben Penti'nin blue jean görünüşlü taytlarından almak istiyordum. Dilek siyah ufak bir çanta almak istiyordu. Birde, aktara cilt için bir şey yağı sorucaktı ama neydi unuttum şimdi.Vitrinlerede bakarız diyorduk ama asıl amaç iş arkadaşımız Emre'nin doğum günü için pasta almaktı.

Neyse işte Penti'de gördüğüm tayt tam bir fiyaskoydu almadım. Ama dönerken başka bir çorapçıda gri bir tayt gördüm o güzeldi. Belki olabilir düşünmek lazım. Sonra nihayet girdiğimiz 4. dükkandan Dilek siyah çantasını alabildi ve Pelit'e girip ona buna ağzımızın suyu akarak, bana kalsa meyvalı ama çoğunluğa göre fıstık krokanlı ve çikolatalı bir pastayı alıp doğru aktara gittik. Dilek o adını hatırlayamadığım yağı sordu ve adam bir sürü güzel şey anlattı ama fiyatı 80 TL. olunca iş değişti. Almadık ama ben yasemin çiçeği buldum hemen aldım. Acayip mutlu oldum. Sonra aynı aktarda kefir mayası satıldığını öğrenince onuda aldım. Mutlu mutlu saçlarımı savura savura ofise döndüm. Kapıyı patron açınca hemen çıkıştım. Bahar ayında kendileri Fransa'ya gittiğinde yasemin çayı istemiştim ondan ama bulamadım diye işin içinden sıyrılmıştı. Burnunun ucunda paketi sallayıp, siz getirmemiştiniz ya işte o çay bu çay dedim.



Bir fincan kendime bir fincanda ona hazırladım ama kendsi onu zehirlemeye çalıştığımı iddia etti. Yasemin çiçeğini o kadar fincanda bekletirsen acır tabi. Ofistekilere şahitsiniz, beni zehirlemek istiyor diye veryansın etti :)
Bende tüh! dedim bu seferde olmadı :)
Patroncum, iyisin, hoşsun, espirilisin ama birde zam versen ne şahane olurdu.

Pazartesi öğlesi böyleydi işte. Şimdiyse kırmızı bir elma yiyecek ve sistem şemalarına döneceğim. Çalışmam gerek.

6 Kasım 2009 Cuma

Mübarek Gün


Cuma sabahı. Her yönden mübarek gün. Hele çalışanlar için :)
Bende bir dilim has Kastamonu ekmeği ısıttım üstüne ince bir tabaka halinde tereyağ, onun üstüne tam yağlı bir dilim beyaz peynir ve en üste ev yapımı çilek reçeli döşedim. Yanında bir fincan kahve ve 4 adet zeytinle aldım laptopu kucağıma.
1 kilo fazlam mı var ne? Amaaan, koca bir ısırık al ekmekten oh! ne güzel.
Ben yalancıktan lalenin bahçesi oldum şimdi. Sanki evdeki herkesi ( hepi topu bir adet Memo'yu ) yollamışım sabah keyfime başlamışım hatta birazdan elimde çay fincanı yatağa girecek, sevdiğim bir kitabın kalan son sayfalarını okuyacakmışım gibi düşündüm. Birazdan işe gitmem gerekmezdi. Hatta Libya'dan gelen o gudubet herifle toplantı filan yoktu ne güzeldi.

Derken, her sabah olduğu gibi birazdan ne giycem ben diye tutuşucağım aklıma geldi.
Ay, Allah'ım Yarabbim giyecek hiç bir şeyim yok ya! diye söyleneceğimi adım gibi biliyordum. Aman boşver, kahve soğumadan iç gerisi olur diye babaladım kendimi.

Hava ne güzel bu sabah. Gökyüzünde çok açık mavi ve gri tonlar bir birine karışmış derken, cumartesi evdesin diye ihtar verdi iç sesim. Ev temizlenecek kaçmak yok. Buzadolabı temizlenecek ve yatak odasının çekmeceleri. Sakın kaytarıyım deme! Bak söz ver.

Tamam ya yapıcam iç ses bir sus ya. Kahvem soğudu bıdı bıdı konuşup durdun başımda. Yazı yazdırmadın be! Oysa havadan sudan yazacak bir sürü mevzum vardı. Kaçırdın keyfimi işte. Bak kahvede buz gibi olmuş. Hem, daha kıyafet ayarlamadım saat kaç oldu. Ne giycem ben? Libyalı sabahtan mı gelcekti? Üff ya, proje teslimatı var bugün.

Kahvede soğudu işte. Ekmekteki reçeller parmağıma bulaştı, Allah'ım ne giycem ben hiç kıyafetim yok ama ya!...

4 Kasım 2009 Çarşamba

Bazen...



Bazen, kendimle ilgili çok fazla beklenti içine giriyorum. Olmayacak şeyleri istiyorum kendimden veremiyorum sonrada küsüyorum kendime.

Bazen, kendi kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi hissediyorum.

Bazen, annemden azar işitmişimde sanki içimi çeker çeke ağlamışım, sonrada uyuyakalmışım gibi hissediyorum. Uyurken bile iç çekişlerim devam etmiş sanki.

Bazen, sanki hayatımda beni üzen hiç bir şey olmamış gibi başlıyorum güne. Kendime şaşıyor uzaktan izliyorum. Ne kadar mutlu diyorum sanki hiç bir şey olmamış gibi.

Bazen, hayatımda hiç güzel bir şey yok gibi oluyor. Her şey gri, her şey puslu geliyor gözüme. Hep senin yüzünden diyorum kendime, hep ama hep senin yüzünden.

Bazen, rüyamda benim olan bebekler görüyorum. Uyandığımda elim koynumda kalıveriyorum.

Bazen, bir çocuğum olmasından çok korkuyorum. Beni hiç anlamıyorsun demesinden ölesiye korkuyorum.

Bazen, fazla hayalperestsin diye azarlıyorum kendimi.

Bazen, hiç hayal gücün yok diye bozuluyorum kendime.

Bazen, çok seviyorum kendimi. Elimden gelse aynadaki aksimi kucaklamak istiyorum.

Bazen, çok gözüme batıyorum. Kendi kendimden kaçıyorum. Yüz yüze gelmek istemiyorum.

Bazen, her şeyi başarabilirim diye coşkuyla başlıyorum elimdeki işe.

Bazen, yorganı kafama çekip içinden çıkmak istemiyorum.

Bazen, ormanda on kaplan gücünde dolaşıyorum.

Bazen, küçük bir böcek gibi.

Bazen, bu bazenler çok canımı sıkıyor.

3 Kasım 2009 Salı

İki Gözüm



Bugünlerde Joseph PULITZER'in hayatını okuyorum. Dün tamda gözlerinin kör olmaya başladığı kısma gelmiştim. Pulitzer yoğun temposuna biraz ara vermek için seyahate çıkar ama artık çok geçtir. Tam İstanbul'da boğazın serin sularını seyrederken etraf kararıverir. İrkilir ve çok tuhaf hava nasılda birden karardı der. Yani klasik bir Türk filmi sahnesi yaşar Pulitzer, tamda Türkiye'de. Anlarlar ki görme kaybı başladı.

O an bu nasıl bir his olabilir diye düşündüm ve akabinde gözlerime bir ağrı saplandı. Dünden beridir geçmeyen göz ağrımla baş başa kaldık. İnatla ağrı kesici almıyorum. Alsam bir şey değişmeyecek çünkü gözlerim yorgun biliyorum. Bildiğim bu gerçeğe rağmen elimden kitabımı bırakmıyor, ekrandan gözümü alamıyorum. Pulitzer yoruluyordu ama ortaya çıkarttığı bir iş vardı. Yönettiği bir gazetesi vardı. Benim ortaya koyduğum hiç bir şey yok. Para kazanmak için çalıştığım bir işim var ama dünyayı filan kurtarmıyorum. Ben bu işi yapıyorum diye dünya daha güzel bir yere dönüşmeyecek. Bilakis dünyanın kirlenmesine katkıda bulunuyorum. Sürekli inşa edilen gökdelenlere ve alışveriş merkezlerine koyduğum klima cihazlarıyla ve villaların atık sularını denize veren projelerle bu çarkların arasında çatır çutur eziliyorum.

Bunlar aklıma geldikçe gözlerim daha çok ağrıyor. Bende inat ettim, dün akşam beyaz etaminime güzel bir motif buldum. Önce kasnağı takmaya uğraştım çünkü en son kasnağı ortaokul ev ekonomisi dersinde görmüştüm. Nihayet her şey hazırdı ve işlemeye başladım ama sonra dedim ki, yok olmayacak bu akşam buna başlamak için doğru bir akşam değil. Gidip uyumayı tercih ettim. Saat 22:00 di ve ben sızlayan gözlerim ve göz çukurlarımla yatağa süzüldüm. Pulitzer olsa bu motifi inat eder bu akşam bitirirdi dedim. Ben Pulitzer değilim aslada olamam zaten. Ben gözleri çok ağrıyan ve tüm gün tesisat projeleriyle boğuşan biriyim. Rüyamda Pulitzer'i görsem keşke dedim ama olmadı.

Ama benimde Avrupa seyahatine ihtiyacım var. Biletlerimi alıp başımda tülleri uçuşan bir şapkayla gemiye binip, aşağıdakilere el sallamak istiyorum. İsviçre'de dağ havası alıp, Paris'te alışveriş yapmak istiyorum.
Çok hak etmişim gibi.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Hafta sonu

Cumartesi günü kızlarla alışveriş çılgınlığındaydık. Amaç Burcu'ya kışlık bir manto almaktı ama sonrasında biraz hedeften şaştık galiba. Zara, Mango, Koton ve Bershka arası mekik dokurken acıkan karınlarımızı Schlotzsky's de verdiğimiz küçük molayla bastırdık. Ama kışlık bir şeyimiz yoktu ki diyerek sızlayan vicdanlarımıza pansuman yaptık.Kahve ve kek molasıyla hepten gevşedik. Enişte Bey bizi toparlayıp karşıya annemize attı yoksa o yağmurda karşıya geçmek pek akıl karı değildi.
Annem bize güzel yemekler yapmış. Yayla çorbası illaki, zeytin yağlı pırasa, yaprak sarma, İzmir Köftesi ve patlıcan turşusu vardı daha ne olsun.

Anne evinde uyumak ne kadar keyiflidir. Eski yastığınıza yorganınıza kavuşmak bir yana, uykudan önce alına konan anne öpücüğü ve huzurlu bir uykuya geçiş gibisi yoktur. Kahvaltıda annemin yaptığı kuru köfteler ve çay kaşıklarının ahenkli şıkırtısı eşliğinde içimde birazdan kendi evime gitmem gerek duygusuyla karnımızı doyurduk. Kahvaltı sonrasında ben, "Anne hani benim bebekliğimden kalma zıbınlarım vardı onlar duruyor mu?" diye bir laf atınca sandığın kapağını açmak farz oldu. Annemle beraber her seferinde pandoranın kutusunu açıyormuşcasına heyecanlanarak sandığı açtık. Bir sürü patiskaların işlemeli kırlentlerin arasında naftalin ve eskinin kokusuyla sarhoş oldum. Annem bana neredeyse küçük bir bohça yaptı yine. Anne verme bende de var diye yalandan cıvıldadım. Annemde böyle anne sandığı karıştırmanın çok keyifli olduğunu, keşke annem bir şeyler verse diye heveslenildiğini, almak istediğim bir şey varsa alabileceğimi söyledi. Bende beyaz etaminleri aldım güya işleme yapıp duvara asıcam.

Sonra gitme vakti geldi. Burcu Edirne'ye gitmek için otogara, bende ütü yapmak üzere kendi evime yollandım. Annemi tek başına bırakıp evin bir anda boşalıvermesine kafayı taktım yol boyunca. Yağmur eşliğinde köprüden karşıya geçtim. Avrupa Yakasında yağmur yoktu. Fırından ekmek aldım ve tuhafiyeciden etamin ipliği ve kasnak.
Eve girince ilk iş kahve yaptım kendime ve Japon animesi izleyip çikolata yedim.
Bir hafta daha bitmişti işte.

Pazartesi...

Yine mi Bamyaaaaaaa!!!!