31 Mart 2010 Çarşamba

Mavi Sakal / Kan Kokusu


Dün Başka Dilde Aşk filmini izledim. Neden bu kadar geç kalmışım ki? Kendimi esefle kınıyorum. Çok beğendim. Tekrar izlenebilir filmlerden biri oldu benim için. Sanırım erkek kahramana az biraz aşık olmuş olabilirim :)


Sonra akşam iş çıkışı kuaföre gittim, saçlarımın ucundan aldırdım azıcık. Ama nereden baksan 4 parmak boyu kesti kuaför acımadan. Birde dalga geçti, süpür çocuğum saçlarını görmesin ağlar şimdi dedi :) Ona kalsa kesermiş, kısaltırmış, artık uzun saç kalmamışmış filan. Ben eski kafalıyım iyi böyle dedim. Kat verelim filan dedi, istemiyorum sadece uçlarını düzelt dedim. İkna edene kadar nevrim döndü. Yazın denize giderken saçlarımın uçlarını papatya suyuyla açarsam şahane olurmuş. Bende içimden eminim bu yaz tek derdim saçlarımın uçlarını papatya suyuyla açmak olur diye geçirdim. Deniz mi? ancak rüyamda :(
Sonra Memo'yla buluşup eve döndük. Çok yorulmuşum dün, 22:30'da apar topar yatağa doğru seyirttim.

Asıl olaysa, dün sabah üst kattakilere hırsız girmiş. Panikledik biraz. Kapılarını kilitlemeden yatıyorlarmış. Bu ne rahatlık. Ben her tarafını kitliyorum, birde şu vik vik öten şeylerden taktık kapıya kuru gürültü yapsın diye. Olmadı Komple Teorisi filminde Mel Gibson'un yaptığı gibi kapı tokmağına bira şişesi yerleştirmeyi düşünüyorum, dışarıdan açılırsa anlaşılsın diye :) Bizim apartmana giren 3. hırsız bu. İnsan tedirgin oluyor.

Biraz semirdim ben bu hafta ve dikkatle bakılırsa göbeğimde anlaşılıyor artık :) Kendimi komik hissediyorum. Çorba kasesi yutmuş gibi duruyorum. Yakında servis kasesine dönüşecek gibi.
Birde, ofiste günde sayısız kez beni masamdan kaldırıp odasına çağıran patronuma çıkışmama az kaldı. Tamam çok kilom yok, evet dikkatli incelemezsen hamile olduğum anlaşılamayabilir ama belim ağrıyor ve eskisi gibi habire ofis içinde odasını tavaf edemiyorum ki. Tam oturuyorum tekrar sesleniyor, hadi bir daha kalk bir daha dön. Olmadı onun odasına taşınıcam :) Koşamıyorum artık anlayın lütfen.

Telefonum çaldı şimdi, doktorun ofisinden arıyorlar. Yarın randevunuz var gelecek misiniz? diyor bir bayan sesi. Gelmez olur muyum? Koşar adım gelirim hemde, sen ne diyosun :)

30 Mart 2010 Salı

Yaratıcı Blog Ödülü :)


Güzel bir gün bugün çünkü salı. Salıları severim. Pazartesinin iç sıkıntısı dağılmış olur çoktan, bir nevi içten içe haftayı kabulleniş gibi bir şey. Diğer yandan, bu günün en can sıkıcı tarafı sabah kalktığımda üst dudağımın Fatih Ürek modeli olmasıydı. Resmen davul gibi şişmiş bir üst dudakla işe geldim. Sorana slikon şekerim demeyi düşünüyorum. Memo Angelina gibi olmuş desede, acı gerçek gün gibi ortada. Resmen Fatih Ürek bu ya!

Neyse, direk mevzuya gelelim ödül aldım. Nzn, sanırım iyi niyetinden benide es geçmek istememiş diye düşünüyorum. Çünküm ben, yaratıcı blog klasmanına yakinim olur kartıyla iliştirilmiş fukara bir girişimci gibi duruyorum :)

Sıkıntı ve buhran yaratıcılığı konusunda veriliyorsa ödül, o başka :D

Önce Nzn'a teşekkür ediyorum ve sonrasında bende bir liste çıkarıyorum derhal.

Mevzuatı yazıyorum hemen.

* Sizi ödüllendirene teşekkür edin.
* Sizi ödüllendirenin blog linkini yayınlayın.
* Ödülün logosunu yayınlayın.
* 7 yaratıcı blogger ödüllendirin.
* 7 blogun linkini yayınlayın.
* Ödüllendirdiklerinizi haberdar edin.
* Kendiniz ile ilgili 7 ilginç şey yazın.


1- Sandaletli Seyyah
2- Kedili Mutfaklar
3- Açalya
4- Asortik Krep
5- Sarhoş balık ve topal martı
6-Bestenin naneleri
7- İmgeleme

Kendimle İlgili 7 ilginç şeye gelince,

Artık böyle şeyler yazarken aklıma hep OİP'in karikatürleri geliyor, gülmekten yazamıyorum. Allah'ım neyse, dur bakalım.

1- Hep dudağım uçuklar. Daima. Efendim şöyleki, ben doğduktan sonra annemgil tüm perileri yemeğe çağırmış bize. Tabi o kargaşada bir tanesini unutmuşlar ki, oda uçuk perisiymiş. Öfkeden deliye dönen uçuk perisi yemeği basmış "Vay Allah'sızlar benden habersiz götürüyorsunuz ara sıcakları, sarmalarda bitmiş zati ! " diye bir öfkelen. Tabi kabak benim başıma patlıyor direk lanetleniyorum ve akabinde sürekli bir yerlerden pırtlayan uçuklarımla yaşamaya mahkum ediliyorum. Ayol o kadar da öptürüyorum prense, ama bir işe yaramıyor ne menem bir büyüymüş bozulmak bilmedi :p

2- Sağ ayağım altı parmaklı, deeeermişim! Yok değil ama olsaymışım bir işe yararmış işte bak.

3- Evde kutusunda itinayla sakladığım bir gitarım var ama çalmayı bilmiyorum. Mevzu biraz eskiye dayanıyor. Yaş 19 galiba, illa gitar alıcam diyorum. Babam her zamanki gibi iyi polisi oynuyor, ılıman yaklaşıyor olaya ama annem, kati surette olmaz! ben serseri gibi omzunda gitarla gezdirmem seni diyor. Küsüyorum anneme, konuşmuyorum filan baya kararlıyım. Sonra annem izin veriyor ama tek şartla, kursa gidemezsin diyor. Kesinlikle omzunda o gitarla sokakta yürüyemezsin. Kabul ediyorum. Ölüm kalım meselesi benim için ve 1997 senesi 230 dolar bayılıyorum Lay Lay Lom'a, omzumda gitarla ilk ve son kez Taksim'de yürüyerek eve dönüyorum ve itinayla kaldırıyorum dolaba. Arada bir şeyler tıngırdatıyorum o kadar. Israr etmiyorum kurs için çünkü kalbim çok kırılıyor. Kursa git deseler bile o saatten sonra gitmem, çok gururluyumdur zira!
Şimdi zamanı geldiğinde oğluma devir teslim edeceğim kendilerini :)

Ha! anneme sorsan bu olayı böyle hatırlamaz tabi. Ona göre ben isteseymişim kursada gidermişim, gitarı nasıl almışım o zamanmış. Yani papaz mı olsaydık, ne yapsaydım? iyilikten maraz doğar derler işte. İyi evlat olmaya çalışıyor, hayallerine bile set çekiyorsun, yıllar sonra azimli olmamakla, hırslı olmamakla suçlanıyorsun.Peh!

4- 10 yaşındayken köyde hareket halindeki traktörün römorkundan aşağı düştüm ve benim için gerçekten ilginç bir deneyimdi :) Apar topar köye en yakın il olan Ankara'ya dönmüştük. Annemin ailesi Ankara'lı zaten. İşin komik tarafı, biz Ankara'dan köye geçeli zaten bir gün olmuştu :) Hadi bir daha köyden taksi kirala, Ankara'ya gel. Haccettepe'ye gelmiştik galiba. Kafamı vurduğumdan az birazda kanadı tabi ve ben ciddi sersemlediğimden Ankara'ya gidiyoruz, ciddi bir durum varsa diye. Ben yolda yarı baygın yattım zaten. Neyse, acilde sedyede yatıyorum, bir yandan da hastane polisi bana bir şeyler soruyor. Olay nasıl oldu, nedir? gibilerinden. Bende şiddetli mide bulantıma rağmen, uzun uzun anlatıyorum polise. "Efendim, biz tatil için köye gelmiştik. Ormana gidecektik, piknik yapacaktık. Ben römorkta oturuyordum ama sonra ayakkabılarımın yerini değiştirmek için ayağa kalkmıştım o esnada traktör çalışınca dengemi kaybettim düştüm kendi hatamdı efendim". Dedem sonradan konuşmamı çok beğendiğini ifade etmişti. Çocuk çok güzel anlattı derdini, tıpkı bir yetişkin gibiydi, başkası olsa ağlayıp düştüm der geçerdi demişti. Bende bir gururlan, bir gururlan :)
Tabi o sene yaz tatili kabus olarak kaldı aklımda. Uzun zaman o düşmenin sıkıntısını yaşadım.

5- Asıl olaya gelelim. 6 yaşındayken Sefaköy'de oturuyorduk ve beni 15-16 yaşlarında iki çocuk neredeyse kaçırıyordu !!!
Resmen, bildiğimiz seni baban çağırıyor repliğiyle yanıma yanaşıp, beni kolumdan çekmeye başladıklarında ben direnmeye başladım. Sessiz bir çocuktum, pek sokak çocuğu değildim zaten ve sesi çıkan cadaloz biri olmadığımdan yaygarada koparmadım ama Allah'tan çocuklardan biri hadi bırak gidelim demeye başladı. Onun ürkekliği sayesinde bende ellerinden kurtuldum. Kolumu kurtarır kurtarmaz, apartmana doğru koşmaya başlamıştım. Nefes nefese eve çıktım anneme anlattım, oda cevval bir biçimde aşağı indi ama çocuklar çoktan tüymüşlerdi.
Halen aklıma geldikçe ürperirim. Ya kaçırsalardı? Düşünmesi bile korkunç !!!

6- Hiç aklımda yokken en olmadık mevzuyla ilgili, en olmayacak şeyleri düşünürüm. Bir anda felaket senaryoları aklıma gelir. Misal, yolda yürürken düşmek ama öyle böyle değil, illa kafa göz kopmalı olanından. Yani ne biliyim, Son Durak filminin senaryosundaki abuk kazalar gibi.

7- Acı eşiğim yüksektir. Çok soğukkanlıyımdır. Yani elim kopsa bile ortalığı velveleye vereceğimi sanmıyorum. Ortalık karışmasın diye,tamam ya önemli değil derim o an herhalde :D

Birde hamileyim :) bu ara en ilginç mevzu bana göre bu :P

İşte böyle, kafa şişirdim di mi? Hemen kaçıyorum.

28 Mart 2010 Pazar

Cumartesi Özeti

Dün harika bir gün geçirdim, hemde aylardan sonra ilk kez böyle dolu dolu bir gün geçirmiş olmak beni çok mutlu etti.

Öncelikle Banu ve Mesut'la Kanyon'da buluşup, Le Pain Quotidien'de kahvaltı ettik.



Tıka basa yedim görüldüğü gibi en dolu tabak benimkisi :)



Kahvaltı ettiğimiz bu yeri çok seviyorum hatta Kanyon'da en sevdiğim mekan diyebilirim. Ekmekleri şahane, hele reçelleri. Denemediyseniz şiddetle tavsiye ederim. Biz genelde Banu'yla iş çıkışı buluşup, sıklıkla beş çayı kaçamağı yapıyoruz.

Enerji dolu bir kahvaltıdan sonra nihayet Banu ve ben Mesut'u saf dışarı bırakıp, Sultanahmet'e doğru yola çıktık. Dün hava çok güzeldi ve Sultanahmet çok kalabalıktı. Okullardan gelen bir sürü öğrenci ve turist kafilesi görülmeye değerdi. Alman bir kadın az kalsın üstüme düşüyordu ama son anda tuttum ve ülkemi 1-0 öne geçirdim. Ben adama Türkiye'ye gittimde, bozuk kaldırımda ayağım takıldı, ağzım burnum kan içinde kaldı dedirtmem arkadaş :) Gerçi sonrasında nerede bir Alman kafilesi görsem, kıyın kıyın uzaklaştım, zira her an birinin altında kalırım diye korktum :P

Topkapı Sarayı'na doğru yola koyulmuştuk, hedef saray gezmesiydi ama bilet gişelerinin önü çok kalabalık olduğundan bizde çark ettik Arkeoloji Müzesine doğru kıvrıldık ve iyiki öyle yapmışız, bu sayede bom boş olan gişelerden Banu'da bende müze kartı çıkartabildik. Çok mutlu oldum. Memo'nun öğrenci kimliğide bende olduğundan, ona bile kart çıkartarak aklımdaki bu eksik maddeden kurtulmuş oldum.



Nihayet Müze Kartım var!


Bir kere Arkeoloji müzesi bir günde gezilebilecek bir yer değil ama elimizden geldiğince çok şeyi hafızamıza kazıyarak dolaşmaya çalıştık.



Doğrusu daha öncede Arkeoloji Müzesini gezmiştim ama bu sefer daha farklıydı. Oğlumla gezdiğimiz ilk müzenin burası olması beni çok mutlu etti :) İlerde daha bir çok kez gezeceğimiz yerlerden biri olacak olan bu müzeyi, içime sinerek dolaştım. Bolca fotoğraf çekmeye çalıştım.










Heykeller, lahitler ve mezar örnekleri derken yorgunluktan dizlerim titremeye başladı. Lahitlerin olduğu salonda oturduk biraz, sonra müzenin büfesinden 2 Tl !!! vererek su alıp bahçeye çıktık. Bahar güneşi altında yorgunluk attık. Bende Osman Hamdi Bey'i anlatıp durdum Banu'ya. Onunla ilgili okuduğum kitaptan sonra saygım bin kat daha artmıştı kendisine. Hayatını ve müzecilik adına verdiği emeği öğrendikten sonra, Arkeoloji Müzesine gelmeyi daha bir ister olmuştum.

İki kardeş yorgun argın kendimizi Cafer Ağa Medresesinin bahçesine attık.


(Birde resimleri döndürmeyi becersem!)
Çay içip bir iki kıyıntı söyledik, biraz esmeye başlayınca üşüdük kalkmak gerekti. Gülhane'ye doğru indik. Ben magnet aldım filli nazar boncuklu filan sonrasında Eminönü kalabalığını gözümüz kesmediğinden ve zaten kahvede içemediğimden, kuru kahvelerin kokusunu çantamıza sindirememenin ezikliğiyle tramvaya yöneldik ve finükü metro istikametiyle Levent'e geldik. Metrocity'e uğradık ve ben nihayet Marks&Spencer'dan emzirme sütyeni aldım! Hem şimdi giymeye, hem sonrasına. Belki sonra bir beden daha büyüğü gerekir ama bilemiyorum bu beden bile en arkaya taktığım kopçalar sayesinde olduğundan, sanki sonrasında bile olur gibi geliyor.



Yani kaçacak yer kalmamıştı artık. Dantelleri kaldırma vakti geldi çoktan :P


Sonra Mango'dan birde bu tulumu aldım :) Çok hoşuma gitti.



Böylece cebimizdeki son paralardanda kurtulmuş olmanın keyfiyle yürüyerek eve döndük. Banu hemen Türk Kahvesi yaptı, falıma baktı ve nihayet cumartesi gününü yorgun ama mutlu bir biçimde koltuklarda yayılarak sonlandırdık :)

Bir dahaki müze gezmesi, illaki Topkapı Sarayı/Harem ve Nisanda Burcu geldiğinde.

Şimdi arabam balkağına dönüştüğüne göre gidip ütü yapmaya başlasam iyi olacak :(

26 Mart 2010 Cuma

!

Cuma gecesine başlamış olmanın keyfini sürüyorum şimdi. Bir haftayı daha bitirmiş olmak keyifli. Bir elma yedim az önce. Çok keyif aldım sert, sulu ve tatlıydı tam sevdiğim gibiydi. Banu'yu aradım ve sonra annemi. Renkli çamaşırları makinaya attım kısa programa. Dolandım biraz odalarda amaçsızca.

Kanalları zapladım, bir iki şeye baktım Google'dan. Üst kattan gelen gürültüleri dinledim. Sevdiğim bir kitabı aldım elime ve rast gele bir sayfa açtım ve okuduğum satırlar gülümsetti beni. Belki de ilk okuduğumda aklıma gelen şeyleri anımsatmıştır.
Duşa girmeliyim diye düşündüm hem saçlarımın yıkanması, taranması ve kurutulması gerek. Zaman isteyen şeyler bunlar. Sonra dedim sonra, şimdi değil biraz daha oyalanayım öyle. Fotoğraf makinasını şarja taktım, hafızasını boşalttım. Yarın Banu ve benim Kapalıçarşı'ya kaçma planlarımız var. Önce kahvaltı ama o önemli. Birde küçük gri çantamı bulmalıyım. Yarın hafif olmalı elim kolum ve hava merhametli olur umarım.

Canım sıkılıyor benim belli. En iyisi banyoya seğirtmek ama bir yabancılık var bu ara kendi bedenime. Çok merhametli bakıyorum küçük göbeğime ve göğüslerim benim değil sanki başımı çevirmek geliyor bakamıyorum. Çok anneye benzeyen bir vücut bu ve beni ürkütüyor. İçimden aynadaki halime bakıp ağlamak geliyor. Kendime bir yabancılaşma halindeyim. Bu kadın kim diye sorguluyorum habire.

Kimim ben gerçekten?

Eğer çok sorarsam ben bu soruları, boğulurum cevaplarda o yüzden bu gibi durumlarda hemen kaçıyorum kendimden. Duymazdan geliyorum. Git uyu sen en iyisi. Aynada çok sık yüzleşme kendinle bu ara olur mu? En azından bir süre.

25 Mart 2010 Perşembe

Buharlı Ütü



Dün gece Memo'nun uykusundan irkilerek bana dönüp, "O ses neydi öyle?" demesine benim mahzun biçimde "Hiiç, burnumdan geliyor" demem, sonrasında kahkalarla gülmemiz ve Memo'nun ben bir an ütüden geliyo sandım demesi ve buharlı ütü gibi tıslıyor olmam bizi çok eğlendirdi. Yani evet iyileşmedim halen ama ümidim var temmuza kadar iyileşirim gibi geliyor.

Asıl olay, her sabah iştahla kahvaltı yapıyor olmam. Öyle kıytırık değil ha!. Tahin+pekmezli, greyfurt+portakal sulu, lezzetli ekşi mayalı ekmeklerle, yumurta ve illaki peynir zeytinle. Tüm okul ve iş hayatım boyunca, ilk kez bu sene hafta içi sabah kahvaltısı yapıyorum. Sabahın yedisinde mutlu mutlu kalkıp çay fincanı koyuyorum mutfak masasına ve çaydanlıktan gelen buhar sesi içimi coşkuya boğuyor. Kendim için olsa üşenir yarım saat daha fazla uyumayı tercih ederdim. Kanyon'dan geçerken kendime sade kahve ısmarlardım. Şimdi hiç tanışmadığım biri için, özenerek sofra kuruyorum ve her lokmanın besleyici olmasıysa ilk derdim. Tuhaf!

Sabah taksicinin radyosundan gelen Gripin'den Yağmur şarkısı sabaha güzellik katmıştı. Ofiste sıkıcı ama mecburen yapılması gereken, yalandan dünyayı kurtardığımız kıytırık işlere gömülmüş durumdayım. Kendime yeni bir yüzük ve yeni bir çanta aldım. Yüzük ucuz ama deli bir şey. Burcu'ya sarılmayı özledim ve tatlı yanaklarını. Beni bir kediyi sever gibi sevmesini, özellikle enseme kedi ensesi demesini :)

Annemin bahçesinin müzmin sakinlerinden gri kedide hamileymiş. O kediyle isimlerimiz ortak. O gri renkli olduğundan, bense hep gri giydiğimden gri kediyiz. Şimdi ikimizde hamileyiz. Gerçi o bana kaç tur bindirdi ama hoş bir tesadüf oldu.

Neyse, böyle işte.

20 Mart 2010 Cumartesi

Hastalık Hastası

Uzun uzun inlemek istiyorum, istiyoruz. İki gündür bariz hastayım. Yatak istiharati ihtiyacım had safhada. Gögsümde bir cin oturuyor sanki, bir dudağı yerde bir dudağı gökte. Hırıltılı nefesler almaya çabalıyorum. Boğazımdan çıkan ses benden ziyade kart bir travestiyi andırıyor. Soğuk algınlığı mısın?, gribe giriş-1 mi anlamadım ama Minoset aldım dünle bugün. Ateşleniyorum sanki ve ateşlenmek iyi değil. Üç yastığı üst üste koydum oturur vaziyette uyukluyorum bolca. Gece bir ara Memo uyandırıp su içirdi, ben o esnada bebeğin altını değiştiriyordum rüyamda. Tam bezi yerleştirip yapışkanları açmıştım yarım kaldı :) Hasta hasta bebek bakımı okursan bütün gece bebek temizlersin işte! Uyumadan az evvel aklımda olan şeyse makyaj temizleme pamuğunu ıslatarak bebeğin yüzünü temizleyebilir miyiz? yoksa o tahriş mi eder?, pamuk derken paket pamuğu kast ediyorlar di mi? gibi soru baloncuklarıydı.

Hastayım ve dışarıda çok güzel bir hava var. Bu güzel cumartesi gününe Eminönü, Kapalıçarşı, Sultanahmet, Çemberlitaş rotası giderdi. Nasıl isterdim şimdi Cafer Ağa Medresesinde oturmayı, Gülhane yokuşundan aşağı inerek Sirkeci'ye yürümeyi. Keşke oradan vapurla Kadıköy'e geçsem, tüm gün işim gücüm olmadan avarelik etsem, Moda'ya insem. Uff! gezmek istiyorum ben ya. Oğlumda istiyor olmalı ki, beni tepik bombardına tutuyor şu an :)

Sabah erkenden bol kalorili kahvaltımı ettim, fitaminlerimi aldım :) bir adet Minoset mecburen aldım. Plus değil sade Minoset bu ayrıntı mühim! Burnum için bir rulo tuvalet kağıdı yanı başımda, aklımda Reşat Nuri Güntekin'in Anadolu Notları kitabından Yolda Hastalık bölümü :)



Kendine hayran bıraktıran bir yazar ne söylemeli ki.
Kitabı ısrarla okuyunuz. Halimi en iyi Reşat Nuri anlatabilir çünkü.

Kayınpederim malum kemoterapi ilaçlarından ve ışın tedavisi yüzünden virüslere daha açık durumda, bende ona hastalık geçmesin diye evde dolanmak istemiyorum. Gerçi oda bana rahatsızlık vermemek için evde dolanmak istemiyor, bu yüzden ikimizde odamızdan çıkmıyoruz :)

Böyle işte. Ben biraz kestiriyim. Belki annemle Banu gelir bugün.
Bence annem bugün beni sevmeye gelirse, daha çabuk iyileşirim. Evet kesinlikle iyileşirim işte. Ya ne tepikliyosun ki, ne yapıyım bende annemi istiyorum işte :(

18 Mart 2010 Perşembe

Olan Biten

Perşembe gününe gayet hasta ve halsiz başladım. Hastayım evet. Bravo bana. Kulaklarım, burnum ve boğazım kaşınıyor. Hapşurmak öksürmek, inlemek istiyorum. Ama işe geldim işte ve Pet Shop Boys / Domino Dancing dinliyorum. Ilık ballı limonlu sudan, zencefil / tarçın / ıhlamur üçlüsünden acizlik ve tacizlik geldi. İçimde derin bir suçluluk duygusu, neden kendime daha iyi bakamadım sanki.

Ayrıca iki akşam önce, sağ elimin işaret parmağını tam kökünden çamaşır askılığına sıkıştırmam sonucu mos mor ve şiş bir hale dönüşmeside cabası. Bir an kırıldığını düşündüm. Üstelik sağ elimin üstündeki kaynar su hatırasıda gayet bariz duruyorken bir ikinci vakaya hiç gerek yoktu. Problem bende mi? yoksa, üstüme başıma bir yerlere nazar boncukları iliştirmem şart mı? bilemedim.

Salı günü doktor kontrolünde yüzüstü yatarak bize bolca sırtını izleten oğulcuğum kalbimi çok kırdın bunu bilesin. 1 Nisan günü bize yüzünü göstermeni umuyorum. Doktorum ikinci bir gözün görmesi daha sağlıklıdır her zaman diyerek bizi 18-23. hafta rutin fetal anomali ultrasonu için, başka bir doktor ve hastaneye gönderdi. Bu sefer Gayrettepe Florence Nightingale'deyiz. 16 Nisan günü şeker yükleme testimiz için kendi doktorumuza gidicez. Salı günü bir tozda tetanoz aşımı oldum. Hemşire hamile olduğuma inanmadı. Kendisi 21 haftalık hamileyken hiç bir yere sığamıyormuş! Bense yeni tanıştığım birine ben hamileyim desem yok canım daha neler der :)

Bu arada yolu yarıladık. 21 haftalığız. Oğlum kıpır kıpır. Bu çok keyifli bir şeymiş. Elimden geldiği kadar Memo'da bunun bir parçası olsun istiyorum. Bak vurdu hissettin mi? en çok sorduğum soru. Bende artık nihayet minik ama pek bir minik göbek oluşmaya başlaması çok keyifli. Üstelik bir iki gündür dışarıdan güçlü hareketlerini gözle görebiliyorum. Meksika dalgalanması gibi. En büyük eğlencem bu. Kilom 21. hafta itibariyle 48,5 oldu. Hamilelik öncesi kiloma yaklaşmaya başladım. 60 kilo limiti koymuştum kendime, bakalım doğuma kadar kaç kilo alıcam.

Bahar geliyor ve sonra yaz ve sonra oğlum geliyor. Hoş geliyor.

13 Mart 2010 Cumartesi

Pazara Hazırlık


Bir haftadır Havuçlu kek yapma teşebbüsüm var ama halen fikir aşamasında. Halbuki pazartesi günü tüm malzemeyi toparlamıştım. Gidip vanilya özü bile aldım şişede. Bir sürü para! Peki ne oldu? Eve geldiğimde yorgunum dedim kendime, boşver sonra yap. Başka günler araya girdikçe bu seferde ana malzemenin, yani havucun tükendiğini görüp vazgeçtim. Sonra, kim yiyecek? diye sordum kendime. Gerçekten, kim yiyecek? Ben belki bir dilim, Memo cebren ve hile ile bir dilim. Kalan sürünecek. Boşver dedim. Tüm hevesim kaçtı.

Sonra hafta başı, pazar günü beni Belgrad'a götüreceğini vaad deden Memo, bugün sinemaya gidelim oradan sahilde yürüyüş yaparız teorisine asılmaya başladı. Hevesim gitti zaten ve aslında bu havuçlu kek, büyük ihtimal pazar günü Belgrad ormanında termostaki çaya eşlikçi olacaktı ama içimden nasılsa orayada gitmeyiz fikri ağır bastığından yapmadım biliyorum. Oysa ben ufak sandöviçler bile hazırlayacaktım. Sonra yürüyüş yapacaktık, fotoğraf çekecektik. Oksijene boğacaktık veledimizi. Boğazımdaki gıcık öksürük bile geçerdi belki.

Şimdi ne havuçlu kek var, ne orman havası. Pazar akşamı birde ütü yapma fikri inceden inceden beni taciz ederken, hepten gardım düşüyor. Koyma pazar akşamına demeyin, sakın demeyin. Pazar akşamları sıkıcı olmalı diye bilinçaltımın kendime kurduğu bir tuzak çünkü bu. Şimdi gidip o ütüyü yapabilirim belki ama o zaman aklımdaki filmi izleyemem. Cumartesi akşamı korku filmi olmadan olmaz çünkü. Bunu pazar gerilimine ön hazırlık gibi düşünmek gerek.

Bir beş ay öncesine dönseydik, filme eşlik etsin diye bira ve tuzlu fıstık olurdu sehpada. Şimdiyse boğazım ağrıyor diye hazırladığım limonlu ballı su! Zaten beş ay öncesine dönsek ne işim var Belgrad ormanında, gider Nevizade'de fıçı bira içerdim. Peh!

8 Mart 2010 Pazartesi

Akşam üstü

Ofisten çıkmama çok az kalmıştı ve aslında hiç verimli çalışamamıştım. Bilmem ki, belki pazartesi olduğundandır. Neyse, çokta mühim değil aslında şey diyecektim, çıkmama 15 dk. kala aklıma Peren geldi. Çünkü Norah Jones dinliyordum hemde Somewhere Over The Rainbow / What a Wonderful World. 5dk.20 sn. sürdü ve ılık esen bir rüzgar gibi geldi geçti. Böylece pazartesinin iç sıkıntısını, dışarıdaki kişiliksiz havayı, Memo'nun seyahatte oluşunu, eve gittiğimde hasta yatan biri olduğunu ve daha bir sürü şeyi unutturdu. Başımı ritmik biçimde sağa sola sallayıp şarkıya eşlik ettim. Ayağımla tempo tuttum ve dönen sandalyemde sağa sola döndüm. Mutluluk bazen çok yakın da, bazen onu göremeyecek kadar perdelerin arkasında kalıyor.
Şarkı bitti bende bilgisayarımı kapattım toparlandım çıktım. Metroya bindim insanların yüzlerine baktım sonra Kanyon'dan geçerken rüzgar şapkamı uçuruyordu telaşlandım. Biraz oyalandım amaçsızca. Kepek ekmeği aldım, zeytinyağı, süt birde buzdolabı poşeti ve eve döndüm bloga bunları yazdım. Şimdi Cnbc-e'de Chuck başlayana kadar oyalanacak bir şeyler bulmam gerek.
Sanırım Jules Verne okuyup armut yiycem. Böyle işte.

5 Mart 2010 Cuma

Malumat

Dün akşam Kanyon'da buluştuk üç kız kardeş. Burcu Edirne'den geldi, Banu Kavacık'tan bense Osmanbey'den.
Aslında ben işten biraz kaytarıp saat 16:00 gibi çıkıp, Kanyon'a Banu'yla peynir gemisi yüklemeye yollanmıştım. Burcu tam bir sürpriz oldu. Tesadüf servis Levent'te bırakınca içine doğmuş bir arıyım nerdeler demiş. Kahveye yetişti yani. İstanbul-Edirne arası bilet fiyatı 9 TL. İki firma arasında rekabet varmış. Öğrencileri kapma telaşında olduklarından bilet fiyatları 9 TL. ye kadar düşmüş. Çok iyi olmuş bence.

Neyse, Burcu gelmeden evvel ben D&R 'dan bebek yetiştirme üzerine bir kitap aldım. İçinde hamilelik egzersizleri filanda vardı. Birde bebeği nasıl tutmalı, nasıl kıyafetlerini giydirip soymalı, nasıl yıkamalı, günlük bakımı gibi şeyler var. Bebek bekliyorumdan sonra aldığım ikinci kitap. İçinde bebeğin ilk yılındaki hastalıklar filanda yazıyor. Çoğunuz biliyorsunuzdur gerçi. Zaten bunları annemde gösterir ama yinede önceden okumak en azından sakinleşmemi sağlıyor. Bu aralar aklıma hep bebekle eve geldiğimiz ilk gün ve gece geliyor. Panikliyor gibiyim inceden, inceden. Burcu kahve içerken bir an onu, kalınlığına bakıp Vogue sandı ama poşetten çıkarır çıkarmaz geri soktu :) Artık sıkıcı biri olmaya başlıyorum galiba. İster istemez bebek hayatın merkezine yerleşmeye başladı. Banu'nun dediği gibi yakında oda pusetiyle yanımızda olma şerefine erecek. Öyle zira biz aramıza kolay kolay bir dördüncü almayız :)

Eve dönünce saat 22:00'ye kadar temizlik yaptım çünkü bu akşam Memo'nun babası hastaneden çıkıyor. Işın tedavisine evden gidip gelecek. Dolayısıyla onun odasını temizledim ve tadilat sonrası yeniden takılan parkelerin üstündeki tekerlek izlerini ki, nasıl oldukları hakkında en ufak bir fikrim yok! cifle temizlemek zorunda kaldım. Belim koptu halen ağrıyor. Nihayet duşumu alıp yatağa uzandığımda kitabı inceledim. Beğendim hoşuma gitti. Memo'ya göre ne gerek var böyle şeylereymiş. Yani ne zorluğu olabilir ki? Altını ben değiştiricem söz diye kurduğu cümleler hiç inandırıcı gelmiyor :) Aslında acayip tırsıyor. Ben görücem onun panik hallerini.

Memo'nun seyahati haftaya kaldı. 16'sında doktor kontrolümüz var. Ona yetişecek ama. Bu arada 19. haftamda nihayet 48 kilo oldum. Annemin deyimiyle insana benzedim :) Bakalım kaç kiloyla bitecek bu macera. Aaa!, sonra 2 Mart günü ilk kez bebeğin hareketlerini güçlü bir şekilde hissettim. Bir an uzaylılarla iletişime geçen masum köylü gibi kalakaldım. Hadi itiraf ediyim gözlerimde dolmuş olabilir azıcık. Yani insanoğlu aya çıktı gibi bir şey benim için :) Düşünsenize en şahane bilim kurgu senaryosundan bile daha inanılmaz bir şey bence. Yani içinizde büyüyen bir insan var. Şaka gibi yahu. Benim kafam halen basmıyor zaten ne üremeye, ne gebeliğe ne de doğuma :)

Birde geçen pazar günü hayatımda ilk kez yemek yaktım. Kurufasulye haşlama teşebbüsüm her birinin kömüre dönüşmesiyla sonlandı. Memo dalga geçti ne zamandır yemek yapmıyorsun ya, unutmuşdur dedi! Hiçte bile, oda bana Tefal Clipso alsın o zaman.

İşte böyle, çaktırmadan bahar gelip koynuma giriveriyor ne kadar gizlenmeye çalısada geliyor, kokusunu alıyorum ben. Cuma olması ayrı bir güzellik katıyor günüme. Eğer başımda ağrımazsa bugün çok şahane olurdu.

1 Mart 2010 Pazartesi

Nem alacak Felek Benim ?




Mutlu olmak için haddinden fazla efor sarfediyor gibi hissediyorum. Mümkün olduğunca iyi şeyler görmeye çalışıyorum. İyi şeyler duymak ve gülümsemek için çabalıyorum. Aslında koca bir maskeyle dolaşıyorum çoğumuz gibi. Gerçekte içim simsiyah. Tam anlamıyla bir Darth Vader! ama elimden geldiğince karanlığın huzurlu kolarından kaçıp, yüzümü aydınlığa dönmeye çalışıyorum.

Bu yolda herşey mübah. Bazı bazı hamile olduğumu unutuyorum sonra birden aklıma geliveriyor heyecanlanıyorum. İnsanın hamileliği aklından nasıl uçup gider?. Bana bebeğimi unutturduğu için, kafamı meşgul eden diğer her şeye o kadar kızıyorum ki. Ama en çok kendime kızıyorum. Bir kez daha iplerimin çok yukarıda birinin ellerinde olduğu gerçeğiyle yüzleşmek yok mu? İdare sende değil işte neden anlamıyorsun ki. Bu detaycılık, her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünüp karara bağlamak ve sonra domino taşları gibi her şeyin yıkılıvermesi çok can sıkıcı. Gidişatına bırak diye telkin vermek işe yaramıyor. Müzmin bir detaycıyım ben. İşler benim plan programıma uymadığında, daha doğrusu ipler benim ellerimde olmadığında, içimdeki o deli kadın tam anlamıyla bir Medusa'ya dönüşüyor. O an ben bile ondan korkuyorum. İşte içimdeki Darth Vader tüm Jedi'lerin köküne kıran koymaya yemin edip çıkıveriyor cenk meydanına. Bende elim koynumda seyrediyorum.

İşte öylesi celallendiğim anlardan birinde içimde bir su yılanı varmış gibi bir his peydah oluyor. Bir hoşluk sarıyor tüm vücudumu. O minik su yılanı içimde kıvrılıp duruyor ve sakin ol anne iki kişiyiz artık sen hiç canını sıkma diyor.
Valla çok pis dalıcaz alemlere, benden söylemesi.