30 Ocak 2010 Cumartesi

Sakarlık


Bu aralar sakarlığım üstümde.Zaten normalde kendimi sağa sola çok çarparım. Bacaklarım hep morluklarla bezeli özellikle elimin üstünde illaki taze bir morluk hep olur.

Dün sabah ofise gelirken girişteki büfeye yağsız tost ve küçük bardakta portakal suyu siparişini verip hızla 4. kata çıktım. Siparişim geldi ama portakal suyu berbat gözüktü gözüme. Bende su kaynatıp poşet çay yapıyım dedim. Demez olsaydım. Suyu fincana boşalttım sonra kulpundan tutup tam götürüyordum ki, fincan elimde resmen ters döndü ve bütün kaynar su elimin üstüne döküldü. Bir an olayın şokuyla kala kaldım sonra elimi hemen soğuk suya tuttum ama zaten çok hassas bir cildim var anında kıpkırmızı oldu ve kabardı. Anneme söyledim nazar dedi. Felak ve Nas'ı oku! Her sabah okuyorum ama yinede sabah sabah kendimi yakmayı nasıl becerdim halen anlayamıyorum :) Sakarlığa dua ne yapsın?
Her şeyin ilmi bir yere kadar :)

Kırmızı ojelerimle uyumlu bir sol elim var şimdi! Bepanthen sürdüm oda sızısını aldı epeyce. Bugün daha iyi. En korktuğum şeylerden biri yanmaktır zaten. Bu kadarcık şey bile insanın canını nasıl yakıyor. Büyük yanıklar geçiren ve hastanede tedavi altında olan insanlar geldi aklıma. Allah yardımcıları olsun.

Bugünse cumartesi ve ofisteyim yine. Hoş işte olmasam da benim için parlak bir gün olmazdı. Sabah gelir gelmez ofistekiler sırıtarak taze çay var dediler ama ben bir müddet sıcak şeylerden uzak kalsam iyi olur.
Öğleden sonraysa Burcu'yla görüşmeyi kararlaştırmıştık. Kardeşim Edirne'den geleli 1 hafta oldu daha göremedim. Malum ara tatil. Yılbaşı için geldiğinde de, iki saat ancak görmüşümdür. Özledim kara kuzuyu. Ev malum benim için Çin işkencesine döndüğünden dışarıda görüşmeye karar verdik. Olmadı benim yatak odasında geçiririz vaktimizi. Ne komedi!

Böyle işte, kendimi paralamadan günü bitirirsem ne mutlu bana!

28 Ocak 2010 Perşembe

Genel Durumlar

Çok üşüyorum. Ofiste sadece klima cihazı var ve dışarısı 0'ın altına indiğinde klimadan pek bir işlev beklememeli. Öyle bir giyiniyorum ki, görenler birazdan kayaklarımı sırtlanıp zirveye tırmanıcakmışım sanıyor.

Tüm gün üşümek beni çok yoruyor. Eve gidince hemen yatıyorum. Memo alıştı artık bu duruma. Akşamları yemek yiyemiyorum yine. Bu ne zaman düzelir bilmiyorum. Sabah kahvaltısı ve öğlen hafif bir yemek misal çorba! ve arada bir elma fiks menü. Bu öğlen bir bardak ayran içtim. Süt içemiyorum ama peynir ve ayranla telafi etmeye çalışıyorum. Sebze hiç yiyemiyorum. Eti zaten çoktan geçtim :( Biraz ekmek, mercimek, peynir ve C vitaminiyle idare ediyor gibiyiz. Kilo durumu, gebeliğin 14. haftasında 44,5 kilo olarak devam ediyor. Bebek nerede acaba diye aynada kendimi dikizliyorum habire.

Hafta başı ikili testin sonucu çıkmış arayıp haber verdiler değerler iyiymiş. 14 Ocakta gittiğimiz kontrolde de, güzel bir burun kemiği, ideal bir ense kalınlığı ölçümü alınmıştı. İyi güzel yani. Birde cinsiyet söylemişti doktor ama istersen bir dahaki kontrolde netliğe kavuşturalım dedi. Velakin biz herkese yaydık çoktan :)
Buraya yazmak için 16 Şubat kontrolünü bekliyorum. Birde bazen bebeğimi besleyemiyorum diye ağlamak geliyor içimden. Yediğim her lokmayı onun için yiyorum. Mesela geçen pazar günü o karda tipide sırf dışarıda kahvaltı yapabiliyorum diye kalkıp Osmanbey'e geldik Memo'yla. Eskiden olsa o havada burnumun ucunu bile dışarı çıkarmazdım ama sırf bebek aç kalmasın diye kendimi dışarı attım. Cumartesi günü bir kase yoğurtla geçmişti çünkü. Evde yemek yemek gibi bir şansım hiç yok. O iğrenç koku mutfaktaki her şeye siniyor çünkü. Sürahim ve bardağım bile yatak odasında. Kaşıkta, çatalda, buzdolabından çıkan her şeyde, ekmekte bile o koku var. Bu durum nasıl düzelir? insan çıldıracak gibi oluyor. Başkasının evinde bile kalabiliyorum ama kendi evim yatak odası hariç tam bir esaret kampı gibi. Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim?

Bu arada kayınpederimin ameliyat günü pazartesi olarak belirlendi umarım değişmez. Aslında bu salı olacaktı ama ameliyathanede bir problem olduğundan tüm ameliyatlar sarkmış. Umarım her şey yolunda gider, güzel haberler alırız.

Birde ilk defa tam bir ay sonrasına randevu verdi doktorum. Bu zamana kadar hep 15 günde bir görüşüyorduk, arada benim serum yemelerimi saymazsak! O sebepten çok uzun geldi bu süre. 16 Şubata daha bir sürü gün var. Bebeğin ekranda suretini görmek alışkanlık yapıyor insanda. Özledim galiba :) Üstelik bu sefer kontrol haftasında tam 16 haftalık oluyor. Yani ekranda daha bir bebek gibi görünecek ve cinsiyetine daha bir inanacağım, üstelik bu durum onu tam anlamıyla inanılır kılacak. Bebek tam anlamıyla kimlik bulacak ve ismiyle seslenebileceğim. Oh! la,la :)

Ayrıca, bence 9 ay hamilelik için çok uzun bir süre. Öyle tabi. Kedi olmak isterdim :)

24 Ocak 2010 Pazar

Şekil Şemal



Bu deli kadın ne yapmaya çalışıyor diye sorarsanız, kısaca boynumdaki kolyenin resmini koymaya çabalıyordum diyebilirim. E be kadın çıkarda çek di mi?
Hem sonra makinanın zoom özelliği var onu kullan veya çekme canım di mi? Ama yok arkadaki dağınık yatak fonuyla kalkıp illaki resim çekecem diye çabalarsan ancak bu olur işte.




Yani şey diycem işte, bu kolyelerimi çok seviyorum da, onu demeye çalışıyorum. Güzel ama di mi?.
Gerçi Memo sen ne zaman büyüycen dedi ama ben seviyorum. Bebekte çok seviyor işte.
İş arkadaşlarıma göre hamile biri olarak çiçekli kolyeler filan almam gerekirmiş. İlahi ben öyle bir kolye taksam ilk bebek tepki verir içerden, çıkar şunu bize yakışmadı diye. Öyle ama. Hamileyiz diye o kadarda değil :p

Bu arada saçlarım Vincent'in saçlarına benzemiş. Hani aslan yüzlü Vincent vardı, Catherine ve Vincent'ın hikayesi. Trt 2'de verilirdi. Ben Vincent'e acayip aşıktım.

Beauty and the Beast, çok güzeldi o dizi çok.

22 Ocak 2010 Cuma

7 Bilinmeyenli Denklem.

Sevgili İmgeleme tarafından mimlenmişim. Havamız değişsin diye heveslenerek yazıyorum.

1- Uzun bir zaman emzik emdim. Annem beni emzikten vaz geçirmek için kocaman bir kara sinek yakalayıp emziğin içine koymuştu. Uykudan önce istemiştim emziği ve annem al diye uzattı.İçinde vızıldayan kara sineği görünce fırlatıp atmış bir daha istememiştim.
Evet annemin değişik eğitim yöntemleri vardır.


2- Bana göre üstteki maddeyle ilişkilendirdiğim acayip bir böcek fobim vardır. Örümcek değil ama böceklerden nefret ederim özellikle karafatma diye adlandırdığımız mahlukattan tiksiniyorum, tiksiniyorum,tiksiniyorum...

3-10 yaşındayken traktör römorkundan düştüm değişik bir deneyimdi.

4- Feci halde sayarım. Halı motifi, yoldan geçen araba, kaldırım taşı olmadı aklımdan 2-4-6 diye giden bir rakam boğuşması var.

5- Aldığım dergileri arşivleme gibi bir huyum var çok fecidir. 19 yaşındayken Cumhuriyet gazetesini biriktirirdim ama annem soba yakmak için kullandığından tövbe edip bırakmıştım ama aldığım dergileri atamam. Annemin çatı katı, benim ev doldu şu an ofise taşmış durumdayım.

6-Siyah üzüm, peynir ve kirazın kutsal yiyecekler olduğunu düşünüyorum.

7-Kitap okumayı sevmediği halde sırf laf olsun diye benden kitap isteyip beni zor durumda bırakan salak tiplerden nefret ederim. Bende başkasından ödünç aldım okuyunca sana veririm diye hemen konuyu değiştirmeye çalışırım. Bu tipler hemen anlaşılır. Kitaplıktan rast gele bir kitap seçer sayfaları hızlıca çevirip arka kapağa bakarlar, sonra sana sorarlar nasıl bir kitap diye.
Tabi bu arada nedense alt dudak hep büzüktür. Hemen sana yaramaz diyerek bu tipleri kitaplıktan uzaklaştırmak gerekir. Misal sen saçının rengini mi açtın? Bir değişik hava var sende der, mevzuyu sağlama bağlarsınız.

Bir 7 daha sayardım lakin lafı uzatmayalım. Bende İlk, Peren ve Sibelin Kahvesi'ne elim sende diyorum. Yazmanız konusunda ısrar ediyorum.
İlave: Yeni fark ettim 7 kişi mimlemek gerekiyomuş. Bu sebepten, Yeliz, Lalenin bahçesi, Beste ve Sahaf'ı da mimliyor kolay gelsin diyorum :)

19 Ocak 2010 Salı

Kar

İstanbul'a ilk kar yağdı işte. Çatılar, arabalar ve kaldırımlarda bile kar var. Tüm gece yağarsa sabah uyandığımızda bem beyaz bir sabaha günaydın diyeceğiz.

Yarın önemli bir gün bizim için. Kayınpederim hastahaneye yatıyor. Ameliyat gününü tam bilmiyoruz ama bir iki gün içinde belli olur sanırım. Çok yabansıyım ben bu durumların. Daha önce başıma gelmişliği yok. Memo daha deneyimli bu konuda. İşte her şey şimdi başlayacak. Ameliyat ve sonrası ve patolojiden beklenen cevaplar...

Ama şimdi hiç bir şey düşünmek istemiyorum. Bu akşam eve gelirken, karı izleyerek güzel hayaller kurdum. Gökten yağan bu beyaz pamuklar gibi bir yıl olsun bana dedim. Beyaz, temiz ve huzurlu. Artık olumsuz cümleler kurulmasın ve içimdeki umut büyüsün.
Güzel beyaz bir sabaha uyanmak istiyorum yarın. Serin havayı içime çekmek ve hazırım sana hayat demek çok güzel olacak eminim.

15 Ocak 2010 Cuma

Nüans Farkı

Bu aralar her şey gözüme çok farklı geliyor. Okuduğum kitaplar bile daha farklı sanki. Dinlediğim şarkılar mesela. Belki bininci kez dinlediğim bir Rolling Stones parçası bile beni bam başka bir ruh haline bürüyor. Sanki önümde rengarenk bir gökkuşağı uzanıyor. Dinlediğim her notada, okuduğum her satırda, baktığım her güzel şeyde ayrı bir detay, daha önce hiç fark etmediğim bir sihir görüyorum.

Algılarım sonuna kadar açık, sadece koku duyum değil tüm duyu organlarım tüm sınırlarına kadar dış dünyaya açılmış durumda. Zihnimdeki bulutlar dağılıyor sanki. İçimdeki o gri sis uçuşmaya başladı. Sanki yeni kökler salıyorum toprağa büyüyorum ve saçlarımın içinden yaprakların dalların fışkırdığını hissediyorum. Sanki yeniden yaratılıyorum ve bam başka bir ben doğuyor kendi benliğimden. Daha önce hiç bilmediğim şeyleri biliyor gibi hissediyorum. Sanki tüm bilinmezliklerin cevabı zihnime kodlanmış gibi. Şimdi artık tam bir çiçek çocuğuyum, saçımın kenarında bir papatya ve mor gözlüklerle birazdan panayıra katılacakmış gibiyim.

Ah! neredeyse unutuyordum ben bu öğlen Sezar salata yedim. Rumeli cafe'ye girdim ve menüye filan bakmadan direk Sezar salata ve su dedim. Özelikle Rumeli cafe'de bir şeyler yemeyi ne kadar özlemişim. İçerisi bana çok iyi geldi. Elimde kitabım, mekanda inceden hoş bir müzik sesi ve lezzetli bir salata. Şahaneydi. 27 Kasım'dan bu yana ilk kez salata ve tavuk yedim. Ağlamak istiyorum.

Bütün bunlara sebep, bedenimdeki 6,5 cm. lik bir nüans farkı :)

13 Ocak 2010 Çarşamba

Hafıza


Her şey bir yana ekmek şarap ve peynir bir yana. Sevdiğim ne kadar şey varsa hepsinden nefret ettiğim şu dönemlerde nefret etmediğim iki şey var. Ekmek ve peynir. Tabi ekmek hasından, peynir yağından kaçılmamışsa. Şaraba el süremiyoruz zaten onu geçelim. Bebek kişisinin bu haftalarda artık yediği şeyi hafızaya kayıt geçme dönemiymiş. Kendisinin doğar doğmaz ekmek peynir ve en hasından bir kupa şarap getir hancı diyeceğinden kaygılıyım. Ağız tadı yerinde olan biri olursa pek memnun olurum. Yani az ve öz yesin ama iyi ve kaliteli yiyeceği tercih etsin.

12 Ocak 2010 Salı

Dün, Bugün Bunlar Oldu


Dün akşam eve gidince evin kokmayan tek odasına attım kendimi yani yatak odasına. Camı açtım bir güzel yastıkları pat patladım ve komidinin üstünde duran kitap yığınından biraz kayırarak Bukowski'yi seçtim. Bütün akşamı Bukowski ve ben baş başa geçirdik. Arada Memo gelip kuru üzüm getirdi bana. Bukowski ve ben ayıp olmasın diye beş altı kuru üzüm yedik. Memo beni öpüp salona geçti ve ben Bukowski'yle kaldım yine. Kitabın adı Ekmek Arası.Çocukluğu, lise yıllarını, ailesini vesaireyi anlattığı kült eserlerinden birisi. Metis Yayınlarından.

Bu sabah bindiğim taksicinin dinlediği sabah programına tesadüf Metis yayınlarının editörü konuk oldu. Aman kanalı değiştirme diye geçirdim içinden ve değiştirmedi gerçekten. Yeni basılan bir kitaptan bahsettiler içimden bu kitabı almalıyım diye geçti. Konuşma devam ederken sağda inebilir miyim? dedim şoföre. İşe gelmiştim ve Kovan Fırından ekmek arası beyaz peynir almam gerekiyordu. Ofise gelip kızlar beni lafla oyalarken onu yemem gerekiyordu. Dikkatimi asla yediğim şeye vermemem gerekiyordu vs.

Sonra 34 beden bir kot aldım kendime yaklaşık 4 sene sonra. Şaka gibi. Bir şey itiraf ediyim mi? Hoşuma gitti bu durum. İnceden bir gururlanma, neyin havası bu allasen? ekmek arası peynirden başka yediğin yok ve saat 17:00'den sonra su dışında bir şey yemediğin gibi yatmadan evvelde kusmak en büyük ibadet sana. Ama ne şekilde olursa olsun 34 beden bir kot almak ve dahi onun bile belinin bol gelmesi salak bir sırıtışa dönüşüyorsa yüzünde sen delisin derler adama.
Ama ben severim delilik halini.

bazıları hiç delirmez
ben, bazen koltuğun arkasında
3-4 gün boyunca yattığım olur
orda bulurlar beni
melaikeymiş derler
sonra gırtlağımdan aşağı
şarap döküp
göğsümü ovarlar
yağ serperler üzerime
sonra kükreyerek kalkarım
atıp tutar, köpürürüm
onlara ve evrene küfreder
bahçeye kadar kovalarım
sonra kendimi çok iyi hisseder
tost ve yumurtanın başına otururum
bir şarkı mırıldanıp
aniden
pembe besili bir balina gibi
sevimli olurum
bazıları hiç delirmez
ne korkunç hayat sürüyorlardır
allah bilir


demiş Bukowski. Doğru demiş işte.

Neyse, feci halde Bukowski okuyasım var. Çantamı alıp ofisten çıkıp gidiyim diyorum hani boynumda bir kravat olsa ilk iş onu çıkarırdım. Bir bar taburesine ilişip dayansam tezgaha. Barmen bir bira desem ve bir sigara koysam dudağımın kenarına, açsam Bukowski'yi hem okusam, hem içsem ve tüm gün bunu yapabilirim diye geçirsem içimden. Bira hiç soğumasa ve sigara hiç sönmese ne şahane olurdu.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Varlık

Her birinize tek tek cevap yazmak istedim ama boğazıma düğümlendi sözler ne desem bilemedim. Her biriniz benim için çok değerli insanlarsınız. Bana ses verip üzülme demeniz bile benim için büyük teselli. Her birinizin ellerinden sıkıp minnetle gözlerinize bakmak isterdim.

Sağolun.

Sonra alttaki yazıyı kaldırmak istedim ama sevmiyorum yazdığım bir şeyden kaçmayı. Eğrisiyle doğrusuyla bu benim hayatım ve çok sıkıntılı şeyler yazmış olsam bile ve hatta kendime eziyet edip durmakta olsa bu, ki biliyorum haklısınız öyle, yinede kalsın dedim. Silmedim. Buda öyle bir andı demek için.

Bazen gözüm kararıyor sinirden ve üzüntüden bende irinimi akıtacak tek yer olarak burayı kullanıyorum. Biliyorum ki, yazarsam sanki daha iyi olacak. İçimdeki sıkıntı azalacak. Tüm çirkinliğiyle, güzelliğiyle her şeyiyle olduğu gibi. Kendimi kandıramam ki zaten başka nasıl yazılır bilmiyorum.

Bugün ofisteydim sağolsun patronumda beni teselli etti. Pozitif olumlu şeyler söyledi. Önce can sonra canan dedi. Annem gibi önce kendini düşünmelisin dedi. Bende öyle yaptım bugün. Kendimi dinledim, kendimi düşündüm ve hiç bir işin ben öyle olmasını istedim diye olacağı yok işte dedim. Bu gerçeği göz ardı ettiğim her zaman beni sarsan bir durum oluyor. Yani Tanrı hep ben buradayım diye beni dürtüyor.

Ben biraz plancı programcı bir insanım, hep öyle oldum. Huy işte, ha deyince değişmiyor.
Bu yüzden zaten yarının peşinden koşarken bugünü kaçırışlarım. Anın keyfini çıkaramam hep bu yüzden. Sonra işte bütün bu plan programı alt üst eden bir şeyler olduğunda, eşekten düşmüş karpuz misali dağılıveriyorum. Algılarım kapanıveriyor.
Düzeliyorum illaki ama her sarsılış onulmaz bir emarede bırakmıyor değil hani.

Neyse, bugün gidip bir kucak dolusu kitap aldım. Yazarım burayada, birini gelince hemen okuyup bitirdim zaten. Trajik bir kitaptı ama hayatın gerçekleriydi. Nepal'de ki fakir ailelerden alınıp, Kalküta'ya fahişe olmaya götürülen çocuklarla ilgiliydi. Çok kötülük var bu dünyada kendi yazdıklarımdan utandım kitabı okuduğumda.

Durumlar bundan ibaret işte. Tekrar sağolun. Desteğiniz için, eleştiriniz için, kendine gel be! kadın dediğiniz için her şey için :)

8 Ocak 2010 Cuma

Boşluk...

Hayat hiç bir zaman bize kolaylık sunmamıştı. Hep tırnaklarımızla bir yere geldik. Hep üç kuruşun hesabı yapılırdı. Hep yarın ne olacak diye düşünmek gerekirdi.
15 yaşından beridir çalışıyorum. Hem okul, hem iş oldu hayatımızda. Stajyerdim o zamanlar ve aldığım o minicik parayı kuruşu kuruşuna anneme verirdim. İçim huzur dolardı eve bir katkım var derdim. Çalışma en mühim şey oldu hep. Bir zaman Atatürk Oto Sanayi Sitesinde bir fabrikada çalıştım. 18 yaşındaydım. Atölyeye inerdim. Kara soğuk metal grisi kaynak kokardı. Soğuktu hep. İşçilerin arasında ustabaşına revize edilen bir parçanın çizimini götürmek için o atölyeyi bir uçtan diğerine kat ederdim. İlk zaman tedirgin olmuşlardı AR-GE' de genç bir kız çizim yapıyor. Nasıl biri acep? Allah var kimse terbiyesizlik etmemiştir, yaşıtım olanlar bile. Çünkü erkek gibi giyinirdim, silik olmaya çalışırdım mümkün olduğunca. Bende sizdenim mesajı verirdim o zaman işçilerde rahat olurdu.

Sonra seneler değişti, iş konuları değişti. Yıllarca yollarda giderken işçilere üzülürdüm. İETT 'nin kapılarından taşan İstanbul'un bir ucundan diğerine işe yetişme derdinde olan insanlara içim ezilirdi. Annem kendine neden üzülmüyorsun?, sende her sabah yollarda o arabalardasın derdi. Ama ben mutlu oldum hep. Hiç bir üzüntüm yoktu. Annem babam yanımdaydı kardeşlerim vardı. Hepimiz iyiydik, mutlu bir yuvamız vardı. Hep huzurluyuz diye şükrederdim.

Sonra neden bilmem her şey tepetaklak oldu. Tam işlerimiz iyi derken, biraz ferahlamışken, yarını emniyet altına almışken, babam gidiverdi. Yok yere terk etti bizi. Öylece, zaman duruverdi. Kulaklarımda korkunç bir uğultu göz yaşlarından kör olmuşken kalıverdim. Ben 22, Banu 17, Burcu 10 yaşındaydı daha.
Hiç saygısızlık yapmamıştık babama, hiç bir akşam o gelmeden yemek yememiştik, en güzel porsiyonu ona koymak için yarışırdık, içimde hep sevgi saygı vardı o zaman nedendi? Başka bir kadın için terk edilmek ne demekti?
Ben 22 yaşında bunu anlayamazken, Burcu daha 10 yaşında bunu anlayabildi. Büyüdü bir günde, bana ağlama abla derdi. Üzülme ne yapalım?

Hayat kaldığı yerden devam etmek zorundaydı ve ettide. Yine çalıştık yine ailemize baktık, giden bir babaya el açmadık hiç bir zaman. Artık kalanlar içindi her şey. Ama her işte bir eksik yan vardı, içimde bir boşluk oldu, kara, derin, çirkef bir çukur. Hep üstüne toprak attım hep o boşluğu doldurmaya çalıştım. Hayattaki tek gönül sızımdı babam. Düşünmemeye çabaladım. Annemi ayakta tutmaya çabaladık. Bir şekilde kaldıda. Bizde kendimizi düşünmedik o zaman acep ben ne haldeyim? diye sormak gelmedi aklıma. Çok sonra evlilik arifesinde yemez içmez biçimde bir yatakta 1 ayım geçince anladım benim artık tek bir sıkıntıya bile tahammülüm kalmamıştı. Artık sinir sistemim çökmüştü hepten. Sönmüş bir balon gibiydim. Hep cenin pozisyonunda neden babam yok diye düşünmeye başladım. Neden ben evleniyorum ve o yok? Erimek diye bir şeyi gözümle gördüm. Sessizce kusmayı öğrendim annem üzülmesin diye ama yinede o halimle annemi çok üzdüm. Hemde çok üzdüm.

Sonra oda geçti. Depresanlar ve başkaca her şeyle iyi oldum. Olmak istedim aslında. Her şey gibi oda arkaya atıldı. Hiç anılmak istenmedi bütün gün bir şeftaliyi kusmadan yeme çabaları ve asla iyi olamıycam ben diye dertlenmeleri filan her şeyi maziye havale etmiştik. Evlenmiştik ve artık başka sorumluluklar vardı. Düşünülecek daha başka insanlar, başka problemler vardı. Yani hayat hiç mola vermiyordu. Artık bir arkana yaslan, mutlu ol demiyordu. Mutluluk hep arkasından üzüntüyü getiriyordu. Her üzüntü, içimdeki o kara çirkef boşluğu büyütüyordu.


Artık bu sene bizim yılımız olsun diye düşünürken yine olamadı. Artık bizde aile olalım derken hevesimiz kursağımızda kaldı. Bütün sıkıntıları egale eden başka bir şeyle boğuşmaya başladık dünden beridir.
Kayınpederimin beyninde kötü huylu bir tümör olduğunu öğrendik dün. Müdahale için geç kalınmış olan bir tümör. Memo hep ağlıyor ve o ağlarken içimdeki o boşluk beni yutuverecekmiş gibi oluyor. Birden hayat duruverdi yine. Her şey anlamsızlaştı. Kendimi birden uçurumdan aşağı düşüyor gibi hissettim. Kulaklarımda yine o lanet uğultu vardı. Ağladım anneme dedim ki, neden ben bu kadar kadersizim anne? Neden mutlu olmak bu kadar zor?
Sevdi beni sadece, bebeğini düşün kendini yıpratma dedi. Artık sende annesin.
Oysa ben artık hiç bir şey olmak istemiyorum. Kendimi çok yorgun ve bütün sorumluluklarından kaçmak isteyen biri olarak görüyorum. Bir yorganın altına büzüşüp kalmak ve hiç bir şey düşünmek istemiyorum. Ama hayattan kaçamıyorum. Onun eli hep ensemde. Artık beni üzme diye sayıklayıp duruyorum umutsuzca.

Cumartesi günü Kastamonu'dan İstanbul'a gelecekler ve pazartesi doktor randevumuz var. İstanbul'da ki teşhis ne olacak? ameliyat şansı var mı? veya başka yerlere sıçrar mı? hiç bir şey bilmiyoruz. Tek bildimiz zorlu bir sürecin bizi beklediği.

İsyan etme öğretildi hep çocukluktan beri. Allah'a isyan edilmez. Etmiyorum zaten ama sitem edemez miyim? Edebilirim bence.
İçimdeki o kara boşluk artık büyümesin, artık üzmesin hayat bizi ne olur? Bir es versin bir nefes aldırsın artık. Bir mucize olsun ve her şey çok iyi olsun. Yine tek derdim kusma telaşı olsun ne olur?

Sadri ALIŞIK filmde hakime soruyordu ya, buda mı gol değil Hakim Bey? diye.
Bende Tanrı'ya soruyorum, buda mı gol değil, buda mı?

5 Ocak 2010 Salı

Oh Beybi!

Barry White dinliyorum Let the music play'ı. Yanında badem kraker atıyorum ağzıma. Çocukken yemiştim ben bunlardan en son.

Neyse, bu parçayı çok severim ve dinlerken kendimi bir gemide hayal ederim hep. Mesela aşk gemisinde. Çocukluktan kalan bir şey daha :)



Işıl ışıl bir elbise var üstümde, saçlarım ahenkle dans ediyor o derece yani. Vay be! Bir şarkı insanın ruh halini nasıl değiştiriyor. Keşke o senelere dönseydim şimdi ne şahane olurdu. Badem kraker yiyip Aşk Gemisini izlesem, başkada bir derdim olmasaydı.

Bugün nispeten çok iyi bir gündü. Tarihe not düşelim dedim. 11. haftamız başladı. Bebek iyidir diye geçiyor içimizden anneyse kırmızı ojelerine döndü. Saçı tam bir süpürgeye benziyor halen kestiremedi. Ama ümidi var belki bu cumartesi neden olmasın di mi?

3 Ocak 2010 Pazar

Ne Desem Boş

Perşembe akşamı çok zor geçti benim için. Anlamıştım zaten ama idare ederim sanmıştım. Cuma ölü gibi yatış hiç bir şey yiyememe olarak geçti. Cumartesi öğlen sürünerek banyoya gittim. Zorla duşumu alıp hastahane yollarına düştüm. Haftasonu doktorumda yok artık şansıma kim nöbetçiyse dedim. Neyse, işte her zamanki kan tahlili, idrar tahlili ve sonuçta yeterli beslenememeye bağlı sebeplerle bana oda açılması, benim serum şişesini görünce yüzümün aydınlanması ve damardan yapılan Zofer'le mutluluğumun taçlanması şeklinde geçti. Nöbetçi doktor benim doktorumu aradı oda yapması gerekenleri söylemiş. Bana şöyle kokteyl bir serum hazırlamışlar. Alevli filan :) İçinde B ve C vitaminleri olan 1000'lik serumu alınca kafam biraz kendine geldi. Hastane çıkışı yağsız tostumuda yedim ve eve gelip uyudum.

Doktorum Zofer'e (4mg.) devam etsin demiş. Kendisi sürekli devam etme ihtiyaç duydukça al dedi son görüşmemizde. Bende perşembe gününden beri almıyordum. Nasılsa tatil, evdeyim sürünürsemde evde idare ederim diyordum ama ancak cumartesiye kadar idare edebildim. Bu sabah aldım ilacı yine. İlaç reçetesinde B kategorisinde olduğu ve hamilelikte kullanımının araştırılmadığı yazıyor. Ben bu ilaçtan 1 kutu bitirdim. Günde 1 tane 4 mg. ilaç içinde 10 adet var ve ikinci kutudan 7 tane içmişim. Bebek ne derece etkilendi diye düşünmeden edemiyorum. Fakat doktorda kendi eliyle yazdı bu ilacı. Her gittiğimde damardanda böyle bir ilaç veriyorlar. Ne düşünmem gerek bilemiyorum. Alma diyeceksiniz ama olmuyor işte olamıyor. İşe gitmem gerek. Ayrıca yaşamam gerek benim. Bu sabah itibariyle tam 45 kiloyum. Artık kilo vermek istemiyorum. Bir şeyler yiyebilmek istiyorum. Zorla kendini demeyin gerçekten zorlayarak filan yapılacak bir şey değil. İfade edebilecek kelime bulamıyorum. Tek çarem haftada bir serum takviyesi ve bu dönemin geçmesi. Geçecekse tabi. Çünkü artık ne bedenen nede ruhen tahammül edebilme sınırımı aşmış durumdayım.

Dün biz kendi odamızda daha hamileliğimizin ilk dönemini atlatma çabalarıyla boğuşurken, diğer odalarda yeni doğum yapmış anneler vardı. Kapıları süslenmiş odalardan bebek sesleri geliyordu.
İçimde bir tuhaf sıkıntı, bir şeylere kızma duygusu varki anlatamam. Kendimden nefret ediyorum başka bir şeyden değil. Bu kadar hassas olmak zorunda mıydım? Her işim bu kadar zor mu olmalı? Neden ben ya? Neden?